Klasik Osmanlı Medreseleri dışında da bazı ihtisas medreseler bulunmaktadır. Bunlar, daha ziyade ihtisası gerektiren bir dalda ağırlıklı eğitim ve öğretim yapılan medreselerdir. Belli branşlar da faaliyet gösteren bu medreseler, Osmanlılardan önceki İslam dünyasında oldukları gibi Osmanlı’larda da ayni isimle varlıklarını devam ettirmişlerdir. Klasik dönemde bunları: Darü'l-kurra, Darü'l-hadis ve Darü't-tib olmak üzere üçe ayrılır. Osmanlı dönemi ihtisas medreseleri ile bunların fonksiyonlarını daha iyi anlayabilmek için biraz gerilere, giderek anlatmakta yarar vardır.
DARÜ'L-KURRA
Arapça’da DAR, yer, mekan, ev anlamına gelir. KURRA kelimesi ise okuyan kelimesinin çoğuludur. Bu kelimelerinden meydana gelen "Darü'l-Kurra", Kuran-i Kerim'in öğretildiği, bir bölümünün veya tamamının ezberletildiği okullara denir. Bazı Müslüman devletlerde bu müesseselere Daru'l-Kur'an ve Daru'l-Huffaz gibi isimler de verilmiştir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber, daha Peygamberlik ve vahyin gelişi dördüncü senesinde kendi evinden başka gizlice eğitim ve öğretim faaliyetlerinde bulunmak üzere, Safa tepesinin eteklerinde bulunan ve Beni Mahzum kabilesinden olan Erkam'in evini kullanmaya baslar. Hz. Peygamber burada hem Müslümanlara, hem de kendisini dinlemek ve buna göre karar vermek isteyenlere Kuran okuyup öğretiyordu. Böylece burada özellikle Müslümanlara hem Kuran öğretiyor, hem de inanç ve sabır konusunda onları eğitiyordu. Bunları nazar-i itibara aldığımız zaman vahi başlangıcında kendi evindeki ilk öğretimi bir tarafa bırakacak olursak, İslam dünyasındaki ilk darü'l-kurra’nin Ebu'l-Erkam'in evi ilk hocanın da bizzat Resulullah olduğu söylenebilir. Bilindiği gibi İslam dünyasında camiler, uzun süre birçok fonksiyonu birden icra eden mekan olma özelliğini koruyorlardı. Bununla beraber eğitim ve öğretim faaliyetleri bakımından da Kuran ve hadis tahsilinin merkezi özelliğini muhafaza ettiler. Buralarda ileri seviyede Kuran öğrenimi için oluşturulan ders "tasdir" diye anılırdı.
Öyle anlaşılıyor ki, Kuran eğitimi için açılan bu müesseselere İslam dünyasının hemen her yer ve bölgesinde büyük bir önem verilmiştir. Zira burada hem Kuran'in okunması, hem ezberlenmesi, hem de bazı görevlerin yapılması bakımından böyle bir mekana ihtiyaç vardı. Kaldı ki bu ilim sayesinde Allah kelamı öğreniliyor ve bunun karşılığında da sevap kazanılıyordu. İşte bu sebeple her dönemde olduğu gibi Osmanlı döneminde de bu isimle ve özel bir ihtimamla açılan adi geçen müesseseyi görmek mümkün olmaktadır. Osmanlılardan önce olduğu gibi Osmanlılarda da "kari"ler ile cami hizmetlileri genellikle bu müesseselerden yetişirlerdi. Sıbyan mektebini bitiren veya o seviyede özel bir öğrenim görmüş olan bir talebe, bu müesseselerde okumak istediği zaman, önce en alt seviyedeki bir daru'l-kurraya girer ve orada eğitimini tamamladıktan sonra yüksek seviyedeki bir darü'l-kurraya devam ederdi. Bugünkü bilgilerimize göre Osmanlıların ilk daru'l-kurrasi Bursa'daki Yıldırım Beyazıt daru'l-kurrasidir. Bu daru'l-kurra, Imam Cezerî'nin gelişiyle Ulu Cami'de açılmıştı. Türkiye'deki daru'l-kurralar, 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun 2. maddesi gereğince bütün diğer okullar gibi Maarif Vekaleti'ne bağlanmak istenmişse de zamanın Diyanet İşleri Başkanı Rifat Börekçi'nin, bu kurumların birer ihtisas okulu oldukları için başkanlığa bağlı olarak öğretime devam etmesi gerektiği yolundaki israrları sonucu, Kuran kurslarına dönüşerek varlıklarını devam ettirme imkanı bulmuşlardır.
DARU'L-HADÄ°S
Arapça’da DAR, yer, mekan, ev anlamına gelir. HADİS ise Hz. Peygamberin söz fiil ve öğretilerini gösteren anlamına gelir. Darülhadis" kelimesi ise Hz. Peygamber'in söz fiil ve takrirlerinden ibaret olan hadislerin öğretildiği kuruma denir. Hz. Peygamber'in, vahyin ilk yıllarında Mekke'de ilk dersleri verdiği Ebu'l-Erkam'in evi, ilk daru'l-kurra" olarak kabul edilebileceği gibi, ilk daru'l-hadis olarak da kabul edilebilir. İslam tarihi boyunca mescitlerde değişik ilimlerin okutulduğu meclislerin kurulduğu bilinmektedir. Fakat zamanla bilhassa hadis öğrenimi için mescitler çok önemli görevler yüklendiler. Genel olarak hadislerin müzakere edilip yazdırıldığı meclislere meclisü'l-ilm veya meclisü'l-imla denirdi. Bu meclislere, talebenin hocanın etrafında toplanmasından dolayı Hz. Peygamber döneminden itibaren "halaka" da denilmiştir. Osmanlı öncesinde de Daru'l-hadis hocalığının payesi en yüksek ünvanlardan biri idi. Burada hocalık yapabilecek olanların hadis ilminde en üst seviyede bir bilgiye sahip olması gerektiği gibi rivayet ve dirayet ilmini en iyi bilenlerden olmalıdır.
Daru'l-hadis geleneğini devam ettiren Osmanlılar da hadis ilminin eğitim ve öğretimi için ayni isimle müstakil eserler kurdular. Osmanlılar döneminde ilk daru'l-hadisin Sultan I. Murat döneminde Çandarlı Hayrettin Paşa tarafından İznik'te yaptırıldığı bilinmektedir. Ancak bu eserden günümüze hiç bir iz kalmamıştır. Bundan başka Bursa'da Kale içinde Yerkapı yakınındaki daru'l-hadis sahasından bahsedilmiş olması, bu bölgede de daha devletin kuruluş döneminde bir daru'l-hadis yapıldığını düşünmemize imkan vermektedir. Bununla beraber ilk devir Osmanlı daru'l-hadislerinin en meshuru, Sultan II. Murat tarafından Edirne'de Tunca nehrinin kenarında 1435 senesi Nisan'ında yaptırılan daru'l-hadistir. Bu daru'l-hadis, Osmanlı medrese teşkilatın da bir dönüm noktası olarak görülmektedir. Bugün, binasindan hiçbir iz kalmayan bu daru'l-hadisin ilk müderrisi Fahreddin-i Acemi'dir. Tabakat kitaplarının verdiği bilgiler ışığında bu medresenin baslangıçından 18. yüzyıla kadar olan müderris kadrosunu tespit etmek mümkündür.
Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethinden sonra burada yaptırılan Fatih külliyesi bünyesinde daru'l-hadis bulunmadığı bilinmektedir. Muhtemelen Fatih, babası Sultan II. Murat'ın Edirne'de yaptırıp ve yüksek bir paye verdiği Daru'l-Hadis Medresesi'ni ikinci plana düşürmemek için İstanbul'da kurduğu külliyesinde daru'l-hadise yer vermemiştir. Nitekim bu devirde Edirne Daru'l-hadisi ile Fatih Semaniye Medreseleri'nin müderrisleri ayni payeye sahip olup her ikisi de günde 50 akça alıyordu. Gerçekten Fatih Sultan Mehmet, daha sonra kendisine hoca ve vezir edineceği Sinan Pasa'yı Edirne Daru'l-hadisi'ne müderris tayin etmişti. Bundan sonra gerek bizzat Fatih, gerekse ondan sonra gelen Osmanli Padişahları'nın zamanlarında birçok Daru'l-hadis yaptırılmıştır. Böylece sayılarında büyük bir artış görülen dâru'l-hadisler, banilerinin isimleri ile zikredilmeye başlanır. Nitekim İstanbul'daki ilk daru'l-hadisin Kanuni tarafından açılmış olmasından dolayı "Süleymaniye Daru'l-hadisi" adını aldığını biliyoruz. Daru'l-hadislerin bu artışı, Osmanlı ülkesinin her tarafına yayılmış bulunuyordu. Sadece İstanbul'da 1882 senesinde yapılan nüfus sayımı için bastırılan istatistiğe göre İstanbul'da bulunan daru'l-hadislerin isim ve sayılarını öğrenebiliyoruz. Buna göre 1882 senesinde İstanbul'da mevcut olan ve faaliyetlerine devam eden daru'l-hadisler sunlardir:
Hacı Beşir Ağa -Eyüp'te Baba Haydar,
İzzet Efendi -Sultan Selim'de Çırağı Hamza,
Misli Ali Efendi -Otlukçu Yokuşu,
Hulusi Efendi -Otlukçu Yokuşu,
Bosnevi - Aksaray - Horhor,
Baba Mahmut Bekir Ağa -Şehzadebaşı,
Papaz-zade - Koska,
Damat İbrahim Paşa - Şehzadebaşı,
Hasan AÄŸa - Kalenderhane,
Süleymaniye -Tiryaki Çarşısı
Süleymaniye - Dökmeciler
Burada hemen sunu de belirtelim ki, İstanbul medreseleri arasında, baslangıçta daru'l-hadis iken sonradan terk edilenler bulunduğu gibi, başlangıçta daru'l-hadis olmayıp sonradan daru'l-hadis haline getirilenler de vardır. Osmanlı daru'l-hadislerinde hadis ve ilimlerinden başka tefsir gibi diğer İslami ilimlerin de okutulduğu anlaşılmaktadır. Hadisten Buhari, Müslim, Mesarik gibi muteber eser ve şerhleri okutulurdu. Bu medreselerde ders okutan müderrislere "Muhaddis" denirdi. Buralara öğrenci olarak girebilmek için genel eğitim veren medreseleri ikmal etmek gerekirdi. Daru'l-hadisler de kendi aralarında çeşitli seviye ve kademelere ayrılırlardı. Mimarî yönden genel medreselerden farklı olmayan daru'l-hadisler, halkın eğitilmesinde, birlik ve beraberliğin sağlanmasında hizmet veren eğitim müesseselerinden biri olmuşlardır.
DARU'T-TIB
İslam dünyasında tıp eğitim ve öğretimi ile tedavinin birlikte yürütüldüğü müesseseler, Daru't-tib, Daru's-sifa, Daru's-sihha, Daru'l-merza, Şifahane, Maristan, Bimaristan, Daru'l-afiye, Bimarhane gibi isimlerle anılmaktadır. İslam'dan önce Arap tıppı, genellikle tecrübeye dayanıyordu. Bununla beraber onlar, daha ziyade bitki ve özellikle çöl bitkilerini ilaç olarak kullanıyorlardı. İslam'ın gelişi ile tıp için yeni ufuk ve kapılar açılmaya başlandı. Çünkü bizzat Hz. Peygamber, doktorlarla istişare ve görüşmeyi teşvik ediyor, onların bilgilerinden istifade etmeyi gerekli görüyordu. Hatta bu konuda o, doktorların Müslüman olup olmamasına da bakmıyordu. Nitekim Veda Haccı esnasında hastalanan Ebi Vakkas'in tedavi edilmesini, zamanın Arap tabibi ve henüz Müslüman olmamış bulunan Haris Kelde es-Sakafi'den istemişti.
Bursa'da kurulan bu ilk tip medresesi, o zamanlar Türkiye'de inşa edilen hanların mimari özelliklerine göre yapılmıştı. Bu medrese iki katli olup ortada geniş bir bahçe vardı. Hücre ve salonların kapıları bu bahçeye açılırdı. Yıldırım Beyazıt tarafından inşa ettirilen bu ilk Daru't-tıp, kısa zamanda büyük bir şöhrete ulaştı. Fatih Sultan Mehmet tarafından tesis edilen sahn medreselerinin yanında bir de Daru's-sifa yapılmıştı. Bu müessesenin mükemmel bir şekilde vazife icra etmesi için hiç bir masraftan kaçınılmamıştı. Fatih hastanesinin yetmiş hücre ve seksen kubbesi olduğu belirtilmektedir. Buraya Fatih tarafından hekim başı tayin edilmişti.
Osmanlı hastanelerinin en bariz mimari özelliği cami, medrese, imaret, tabhane, kervansaray, hamam, çarşı, çeşme, kütüphane ve benzerlerinden meydana gelen külliyelerin bir parçası olarak planlanmalarıdır. Bu külliyeler şehir içinde adeta yeni birer küçük mahalle oluşturarak bir sosyal merkez gibi halkın her türlü sosyo-kültürel ve sağlıkla ilgili ihtiyaçlarını da karşılıyorlardı. Osmanlı hastanelerinde Selçuklu geleneklerinin devam ettirildiği, ancak bu dönem hastanelerinde yeni mimari fikirlerin de uygulandığı görülmektedir. Nitekim Bursa'daki Yıldırım Beyazıt ve Manisa'daki Hafsa Sultan dâru's-sifalarında Selçuklu hastanelerinin mimarî özellikleri yaşatılırken, Edirne'deki Sultan II. Beyazıt Daru's-sifasinda ve Mimar Sinan'ın İstanbul'da yaptığı hastanelerde yeni mimari düşüncelere yer verilmiştir.
Mimar Hayrettin'in Edirne'de inşa ettiği Sultan II. Beyazıt Daru's-Sifasi, hastane tarihinde eşi bulunmayan bir abidedir. Bu hastanenin külliyeye dahil medrese, cami, tabhane, fırın ve imaretle birlikte Tunca nehrinin kenarında yeşil bir sahaya inşa edilişi, şehircilik bakımından da bugünün modern İsveç hastanelerindeki en ileri planlama yönteminin Türkler tarafından 500 yıl önce uygulandığını göstermektedir. Osmanlı dönemi Daru't-tiblarındaki eğitim hakkında kesin bir bilgiye sahip olmamakla beraber, buralarda umumi medreselerde ve daru'l-hadislerde uygulanan sistemden farklı bir uygulamanın olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü tabiplik, daha ziyade uygulama gerektirmektedir. Bu bakımdan, bazı tabiplerin özel dersler vermek, bazısının da özel dershaneler açmak suretiyle şakird yetiştirdikleri görülmektedir. Osmanlı tıp hayatında muhtesip ile tabiplerin birbirleri ile sıkı bir ilişkileri bulunmaktadır. Zira görevi gereği muhtesip zaman zaman tabipleri kontrol etmekte, onlardan sanatını kötüye kullananlar veya gerçekte tabip olmadığı halde tabiplik yapanları bu işten uzaklaştırabilmektedir.